Bu ilkbahar, bu yaz

‘O Sonbahar, O Kış’ büyük hüzünlerin içinden süzüldü geldi. Yaşlı bir adamın, genç bir yazarın, her yaştan okuruna teselli öyküsü diyelim isterseniz bu kitabın bir diğer adına. İkramiye de diyebilirdik. Nereden bakarsanız bakın bir sınıf kavgasının izdüşümü bu öyküler. Hatta ezilen sınıflardan insanların, “Kürtler de dahil”, öyküsü diyelim. St Pauli taraftarı gibi yıldız yumruklu flamalarımızı alalım, el yükseltelim çünkü Kürtler’i dışlamanın, dışarı çıkarmanın heveslisi çok fazla kişi var bizim diyarlarda. Geçmiş de olsa bu bayram ikramiyesi, haliyle bir sevinç doğurdu yoksul evlerimizde. İlhami Aras’ın kalp krizinden öldüğü, Celal Başlangıç’ın etli, etkili, görmüş geçirmiş, çok öykülü güzel yüzünün gözümüzün önünde bir sonbahar ağacı gibi kabuk döküp nihai sürgünle son bulduğu günlerde geldi… Yetmedi, Kobanê Davası’ndan cezalar yağdırdılar ‘O Sonbahar, O Kış’ hikayesinin insanlarına. Mardin’den Diyarbakır’a uzun uzun araziler yandı. Hayvanlar, insanlar kavruldu, kül oldu.

Celal Başlangıç, bir sirk cambazının oğluydu. Çocukluğu yaban ellerde, Avrupalar’da sirklerde geçmiş. Ulus Baker, “Hüzün geriye kalandır, biraz blues dinleyin benim için,” demişti. Bugün çoğumuzun vasiyet gibi de algıladığı en etkili fragmanlarından birinde. Bir haber cambazıydı Celal Başlangıç. Derler ki, evinde birkaç televizyon kanalı birden açık olur, sürekli haber kovalarmış. Nefes nefese bir ömür… Ragıp Duran gibi, hayatının tanık olduğumuz kısmını, basını kritik etmeye adamış biri bile bu duruma söylenirmiş artık. Bir gün Duran’a uyup haber kanallarını kapamış, korku filmi izlemeye başlamışlar. Celal Bey bu zulme daha fazla dayanamamış, haberlerin daha korkunç olduğunu söylemiş; filme devam etmelerinin ne anlamı varmış ki. Hayat işte, Başlangıç ve eşi Ayşe Yıldırım’ın böyle de çılgınca bir merakı varmış dünya hallerine.

Hüzün için ne söylenebilir? Kahkahalarımızın bile ateşi elemdir çoğu zaman. Kös kös oturmaktan, gemileri batırmaktan, batıkları karaya çekememekten yorulur ve uzun uzun güleriz. Bir rahatlık gelir, hafifleriz. Hiç öyle bir türlü ölememiş yaşlı şairlerin (ölümsüzlük başka, çok başka) Yılmaz Erdoğan’dan hallice, yakışıklı görünmeye çalışan şiirlerine sığınamayacağım elem bahsinde. Elif Şafak’ı bu bahse konu şiirler bile üzmüş olabilir. Şafak, bütün hüzünleri bakışlarına yüklenmiş, en mağdur, gözleri en yağmur yağmur ağlayan güzel benim sanıp, fotoğraflar verip duruyor malum. Tabii sağlık önemli, kederli görünsün ama canı da sağ olsun. Bunları geçelim de, Başlangıç’ın ardından o sirkler, o çocukluklar aranacaksa, izi sürülecekse, ilaç niyetine Fellini, Visconti filmleri izlenebilir, Kamil Bey’in öykülerine bakılabilir, buraya gelelim asıl. Sadece gazetecilik mi? Edebiyat ve sinema da uğrağı, yurduydu onun. Radikal gazetesindeki, çoğu öykücüyü hasedinden çıldırtacak, öykü ile röportaj arası yazılarını unutmadık. Margosyan’ın ‘Gâvur Mahallesi’ni ilk görenlerden, üstüne yazı yazanlardan biri olduğunu da hatırda tutalım. Şimdi gazetecileri bırak, edebiyatçılar bile orijinal bir yazarı görmekten aciz. İrtifa kaybı korkunç, can yakıcı. Bu uzun girişin ardından, ölenlere rahmet dileyelim, kalanlara sevelim sevmeyelim esenlik dileriz…

‘O SONBAHAR, O KIŞ’

‘O Sonbahar, O Kış’ üzerine ne söylenebilir, çok bilmiyorum, bu yazı bir yaklaşma çabası olsun olacaksa. Kâmil Bey’in daha ilk kitaptan, ta ‘Yağmur’ ve ‘Kiracı’ öykülerinden beri gölgesine sığınan okuru bu kavruk yaz günü elbet ‘O Sonbahar, O Kış’ı da ıskalamaz. Kimi sever, kimi anlar, kimi anlamaz. Bunlar başa gelir ve gelesi de sürprizlerdir bu ve benzeri yolculuklarda. Her yazarın “İyi başladı mükemmel devam ediyor”, “İyi başladı ama başlangıç bir başkaydı” diyen okurları olur. Benim de şiirini geç anlayıp hatırası karşısında fazlasıyla mahcup olduğum Behçet Necatigil ‘Açık’ şiirinde “Yani ne mi diyorum, çok kurak tarla/Çünkü asıl şiirler bekler bazı yaşları” dememiş miydi? Beni böyle nakavt etti Necatigil’in şiiri, ne yani bu satırların okuru hiç mi nakavt edilemez? Büyük konuşmayalım bence.

Kamil Erdem’in dört derlemesini de okumuş oldum. İlkini KHK ile işinden edilen hocamız Zeliha Etöz yollamıştı uzaklardaki bana. Şimdilerde yeni romanını yazdığı söylenen Mehtap Ceyran’ın (bunu biraz da hırslandırmak için söylüyorum) devamını getiremediği ilk kitabı ‘Mevsim Yas’ ile birlikte, bir gün bir baktım posta kutumda iki kitap birden var. Ne güzel sürpriz. Diğer iki kitabı, Erdem’in yayıncısı Sel’in taşındığı hamam sokağında, hâlâ açık olan nadir Rum liselerinden Zoğrafyon’ın yanındaki kitapçıdan almıştım. ‘Şu Yağmur Bir Yağsaydı’ bende, ‘Kırık Bir Segâh’ ve ‘Yok Yolcu’ dostumuz Cumhur Adatepe’de ve güvende. Bilen bilir, bilmeyenler için not, kimsede bulamayacağınız türünün son örneği kitaplar, gurbetçi evlerinden çıkar hep. Biz saklarız. Biberyan ‘Karıncaların Günbatımı’nda, “Her şeyini kaybedeceksin, ama unutma ki hatıralarını kaybedemezsin. Onlar canına okuyacaklar” demişti. Doğru, kitabın kurdu da hatıraya dahildir; az can yakmaz, kitabı ve okurunu birlikte ısırır ama yine de kolaylıkla söküp atamazsın. Bir şey bağlar.

‘Şu Yağmur Bir Yağsa’ ilk çıktığında, yayınevi web sayfasında, adını sıklıkla andığım öyküyü tadımlık vermişti. Pakrat Estukyan’ın ‘Hay Hikayeler’inden sonra, dumanı üstünde Rus edebiyatının buğusu olan ikinci çok güzel öyküydü bu. Kitabı merak ettiriyordu. Abdala malumdur, yazarlarımızın her ikisi de sosyalisttir, ikisi de dünyaya açıktır. Muhtemelen hayatı okumaya Nazım abileriyle başlamışlardır hatta. “Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.” Hey bee! Gel de düzenin tekerine çomak sokma şimdi. Haliyle uzun süre, şimdilerde leş gibi yere yatmış, bir türlü ayaklanamayan dünyamızın koca kıçını kaldıracağını, yıkanıp paklanacağını, kurulanıp kendine geleceğini düşünmüşlerdir. İlk kitaplarda, özellikle Erdem’in kitabında, hayal kırıklıkları inceden inceye yer etmiştir. Ama öykülerin çok tatlı da bir nostaljisi vardır. İsteğin evi henüz yanmamıştır. Başakların yan yattığı bir kıra ulaşmak isteriz orada. Ve susmaz arzular, daha daha konuşurlar…

Estukyan, Sovyet sonrası Ermenistan’ın bağımsızlığı, üstüne Gümrü, Spitak depremi, Karabağ Savaşı, ABD’ye göçmüş Ermeniler’in öyküleri derken hayal kurmaya, hayal kırıklığına uğramaya zaman dahi bulamamış bir Ermeni sosyalistidir. Bir yerden adaş olduğumuz, bunun da beni çocuksu bir sevince gark ettiği Erdem’e göre. Çoğu zaman halklarımızın hikayeleri, istemesek de kaçsak da bizi yakalar. Estukyan’ı da yakalamış, yakasını bırakmamış. Ama o bu öyküleri sadeleştirmeyi, deyim yerindeyse soğanın ağusunu almayı başarmış; göz yaşartmıyor yazdıkları. İki öykücüyü de okumak size bir şeyler katıyor.

Estukyan, Agos’un Ermenice sayfalarının editörlüğünü yapmaya, orada Ermenice öyküler yayımlamaya devam ediyor. Ama ‘Hay Hikâyeler’ de dahil, öykülerine Türkçe erişemiyoruz şimdilik. Daha fazla öyküsünün yayımlanması, en azından iki öykücüyü karşılaştırmak açısından çok iyi olur.

O Sonbahar O Kış, Kamil Erdem, 104 syf., Sel Yayıncılık, 2024.

Erdem ikinci, üçüncü ve şimdi dördüncü kitabında daha farklı yollara girdi. Öykücülüğünü açtı, sergiledi. Dünyasını okurlarının daha yakından görmesini sağladı. Keşke hatıralarını da yazsa bu arada. Büyük okur kalabalıkları gibi ben de anı okumayı çok severim. ‘Yağmur’da, bir nevi kimi Sovyet veyahut İtalyan filmlerindeki dostluk arkadaşlık öyküleri gibi akan öykücülüğü dallandı budaklandı, aradan geçen bu zamanda.

KIRILGAN İNSANLARIN KIRILGAN ÖYKÜLERİ

Kırık, kırılgan insanları sevmesek bile onların kırılgan öykülerini okumayı dinlemeyi severiz. Kırılgan bir kadın sevgili, erkeğin demir yumruğu altında beli bükülmüş dünyamızda bir sorundur ama o afeti devran, o uzun ince bacaklı fıstık, o gür saçlı ceylan, güzel gözlü maşuk, öyküye romana iyi gider yine de. (Bu benzetmelerle insan bir güzel dayak yiyebilir, iyisi mi biz biraz sakin olalım!) Bu öyküler sayfaları şenlendirir. Okuru peşinden koşturur. Bir Günsel’iniz yoksa, ne kadar ‘Bir Gün Tek Başına’ yazarsanız yazın, okuru kesmez bu, nal toplarsınız. Ömer Kavur’un ilk dönem filmlerinden “Kırık Bir Aşk Hikâyesi”nin çok kere sırf adı dolayısıyla izlendiğine şahidim. Tabii Kadir İnanır’ın orada gençliğinin yaprak dökümüne gelmiş aurasını da es geçmeyelim. İmajlar hepimizi ilgilendirir. Yürümeyi abi ablalarımızdan öğreniriz, adımlarımızı hep başkalarına özene bezene atar, sonra bakarız, madem güzel yürüyemiyoruz, rol modelimizi yıkarız o zaman da. ‘Karşılaşma’da Lale Mansur şimdi yüzünde o günlerin hatırasını taşıdığı anaç güzelliğiyle nasıl ilgi çekiyorsa bu filmde de isim ve oyuncunun kendini göstermesi seyirciyi kavrıyordu. Bir salvo daha: Bilge Karasu’yu da okur olarak sevmeden önce fotoğraflarına bakar, hayran oluruz çoğumuz. Resmi açıktır, Karasu’yu çok iyi anlatır, metnine girmek kolay mı, bir küçük çaplı Karasu’yu yorumlama cemaatinin varlığından söz edebiliriz. Bu cemaatin çoğu zaman hocanın söylediklerini tekrarladığını da peşinen kabul ederek bunu söylüyorum elbette. Genel kabul görmüş Karasu yazarları vardır, camiye alınmayan beynamaz yazarlar da vardır. Okurun bu tür soruları sorma hakkı vardır. Geçerken ben de soruyorum. Onu yoksay, bunu yoksay, sonra kültür hayatımız çok zayıf. Yemek yedirmiyorsunuz ondan mı acaba? Uyurkulak’ın ilk romanı ‘Tol’un “Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi” giriş cümlesinin dillere pelesenk olduğunu da unutmuyoruz. Bunun ikili bir anlamı var: Devrim şimdi ihtimal değilse nostaljisi ihtilalcileri allar pullar güzelleştirir. Bir kültürel benzetme daha: Kürt böreğini tatlandıran pudra şekeridir. Sahiplenmek için kütleştirir çoğu bu sade lezzeti. Ne Kürdü kardeşim, Kürt kim oluyor, o küt böreğidir küt! Sahi, “Ne güzel çocuklardık biz.” Değil miydik? Fiyakamızı bozarsa (mealen, 68’liler masumdu da babacım şu 78’liler bildiğin teröristti dememiş miydi? İlahi, komik bir hanımefendi doğrusu) Pınar Kür’e bozuluruz. “Akıllı olsun!” Uyurkulak’ın romanının üne kavuşmasında Doğan Hızlan’ın katkısı küçümsenemez değil mi? İhtilal ihtimali zayıfladıysa devrimcinin görünürlüğünden kimseye zarar gelmez. Romanın, Cumhuriyet tarihinde hiç bitmeyen en büyük trajedi(!)lerden birinde, tüm ailesiyle birlikte yaşamını yitiren devrimci emekçi Cevdet Tosun’a ithaf edildiğini anımsıyorum. Bu ilkbahar, bu yaz, geçen sonbahar ve kış mevsimlerinin yasıyla ilerleyeceğiz demek.

Bir soru da Doğan Hızlan’a soralım bu vesileyle. Faruk Bildirici topu taca atmadı. Direkt adrese teslim, Doğan Hızlan’ın Doğan grubunda sansür işlerine baktığını yazdı. Doğan Bey yok öyle bir şey demeyecek mi acaba? Ağır ithamlar bunlar ve ayrıca sükut ikrardan gelir denir. Burada sustuk. Madem buraya öykülerden, romanlardan, filmlerden geldik, biraz da suskunluğumuz konuşsun.

Bir başka yerden devam edelim, yukarıda uzunca patinaj yaptığımız bu gönül ve ömür kırgınlıklarından Erdem’de de çokça vardır. Ama onun kırılganlıklarının gayet hayati olduğunu unutmadan bunu söylemek gerekir. Haliyle okur bu deşifrasyonu, giderek hesaplaşmayı, yer yer sadece iç dökmeleri ilginç bulacaktı ve yazarın talihi döndü bu anlamda. Bizim kırdan şehre, şehirden kıra kumpanyasından alırsak, “71 devrimci çıkışı” Erdem’lerden bahsediyoruz madem, Hamit Erdem’in adını da zikredelim; bir kahvenin kırk yıllık hatırı tütsün burunlarımızda, hem de bu vesileyle daha evvelinden alalım hikayeyi, dileyen ‘1920 Yılı ve Sol Muhalefet’, dileyen ‘Emek Tarihi Yazıları’ yahut ‘Mizanü’l-Hukuk Gazetesi’ kitabıyla giriş yapsın ama bir şeyler yapsın işte… Cumhuriyet ve öncesi gruplardan alırsak, bir hayli yıldır, hayli insan çırpınmıştır bir şeyler yapmak için ama en sonunda, ömürlerinin bir döneminde, tüm bu hayatta kalan insanların kapıldıkları büyü aşınmıştır. Haliyle bunun anlatılması, bu süreçleri yaşayan yazar kadar, yoldan geçen okuru da çekiyor. Bu boşluk, boşunalık, tıkanmışlık, temel haklara dahi ulaşamamaktan alalım da tenhalarda unutulmaya, bu köhnelik ifade edilmeyi bekliyordu. Kamil Bey’de anlatıcısını bulan bu sessizlik oldu. Sözgelimi duvar yıkılana kadar sosyalist kalan, duvar yıkılır yıkılmaz sağa meyleden yazarların hiçbiri bu öyküleri yakalayamadılar. Hepimiz dünya edebiyatını, sinemasını severiz ama Türkiye’yi, Kürdistan’ı da görmek anlamak isteriz. Büyük çözülmeler Gevaş’ta nasıl yankılanıyor acaba?

DÜNYAYI DEĞİŞTİRME TUTKUSUNUN GÖLGESİNDE DİNLENMİŞ ÖYKÜLER

Calvino daha iyi bilir, şimdi ona da ayıp etmeyelim. Edersek de bizi bağışlasın ama bu adına okur dediğimiz kitapkurdu birey böyle bir tiptir biraz, zamanında en yakınlarınla konuşamadığın mahrem konuları, kimi zaman geçişen, ateşi sönmeye yüz tutan öfkeni, geride kalmış sevgilerini, beklentilerini, beklentisizliğini almak ister senden, kendinden bile gizlediğin özel bir parçanı açığa çıkarıp ona sunmazsan yüzüne bakmaz senin, ne olacak ki İtalya’da da, Türkiye’de de bir başka ülkede de genel geçer şeyleri bir değil beş on değil yüzlerce kişi yazıyordur zaten. İlle yeni bir ses olacaksın, onun ufkunda yeni pencereler açacaksın ki sana dikkat etsin, yangınlara yüz tutmuş bu yaz gecesinde okuma alışkanlığını yeni yeni edinmiş genç kişi. Erdem’in ‘Kaçamak’ öyküsünden örnek vermek istiyorum, şöyle ki:

“Bir senfoninin son bölümünü dinliyor gibi bakmıştım Boğaz’a. Geceki toplantıyı da düşünmüştüm tabii. Önce gündem dışı olsun, Boğaz senfonisine karışmasın diye gayret etmiş ama sonra, sınıf mücadelesinin katılığı arada martı çığlıkları ile bölünse iyi gelir insana, demiştim kendime. Yokluğun ve darlığın insanı eritip tükettiği ve bununla başa çıkabilmek için sürekli sıkışıklığın ve kalabalığın arasında çabalamak, didinmek, mümkün olana katlanmak zorunluluğu. Bir fabrikada ya da benim gibi, 70 kişinin çalıştığı, havasız ve çiğ floresan ışıklı bodrum katındaki bir trikotaj atölyesinde işçiyseniz, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.”(1)

Evet, ‘O Sonbahar, O Kış’ için çok şey söylenebilir. Söylenecektir de. Karşı politikanın, dünyayı değiştirme tutkusunun gölgesinde dinlenmiş öyküler bunlar. Bir tür hayal kırıklıkları derlemesi ama yarın yine dünyanın rengine kanacaklar için öykü, fıkra hatta epigraflarla dolu bir kırgınlıklar kitabı da bu. Ciddiyetle, aşırı ciddiyetle, kasılarak kim ne iş yapıyorsa, ister buğday biçen bir tırpancı olsun bu, isterse traktör süren bir rençber yahut fabrikada grev örgütlemeye çabalayan, sendikalı olup daha iyi şartlarda çalışmayı kafaya koymuş bir işçi, kim olursa olsun, bu öykülerden çıkaracağı sonuç biraz da şu olur muhtemelen: Komik olmasak mı, dünyada gülünecek tonla şey varken gülsek gevşesek, müzik dinlesek, denizlere açılsak, resim bakınsak olacaktır belki de. Yenilgiyi yazmakta bir beis görmedim ben hiçbir zaman. Ne var yani vururlar ölürsünüz, öldüğünüzü kimden gizleyeceksiniz ayrıca. Her şey yazılmalı, görülmeli, üzerine düşünülmelidir. Düşüncesiz eylem, vazife ve salahiyetler kanunu ve benzeri şeyler yoruyor olabilir çoğumuzu. Gönüllülüğü korumalı. Doğrusu bilmiyorum, bizler yeni bir hayatın acemileri miyiz, yoksa gitgide eskiyen dünyamızın başının etini yiyen kurtlar mıyız, neyiz? Bu belirsizlik karşısında öfkeleniyorum da. Ama uzun bir sürecin her birimiz farklı maceralardan kopup gelen birer parçasıyız. İyisi mi gelin, ne kendimizi çok abartalım ne de yok sayalım.

Diğer yandan, yenilgi, yanılgı, varoluşun sorgusu insan soyunun zihninde her an dolaşır zaten. Bu kimine göre mikroptur, kimine göre vitamin. Paradokslarımızla ne yapacağız kimse bilmez. Erdem şairlerle, öykücülerle konuşuyor. Yahya Kemal’i defalarca eleştiriyor. Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen olmak da neyin nesi? Vüs’at O. Bener’i, Sevim Burak’ı anıyor. Öykülerini Füruzan’a yaklaştırmaktan da çekinmiyor. Sınıf cinayetlerine değiniyor, sınıf öykülerine. Yaşlı karı kocanın yalnızlığına, uzaklara giden çocuklarına, haberleşmelere, beslenmelere ve daha nelere nelere… Her okuma son derece kişiseldir. Bazen zaman kısıtı nedeniyle de farklılaşır. Çalışılacak, yetiştirilecek çok iş vardır; bu öykülerin insanları gibi, onları okuyan kişi de kira ödüyordur: Elektrik, gaz faturası ve dahası. Yetişemiyordur. Olur bunlar. Hesaplanmalıdır. Şimdi şu sigarayı atsam denize, yanar durur sabaha kadar ama benim başlattığım şenliği izlemeye zamanım olmaz. İtfaiye erlerine de iş çıkar. Vazgeçeyim iyisi mi?

Bitirirken ‘O Sonbahar, O Kış’ın yazarının talihine de değinebiliriz. Erdem’in bir başarısı da bireysel olanla toplumsal olanı harmanlaması, reform yapması oldu. Ne bireyi topluma ezdirdi ne de çokça yapıldığı gibi toplumu, toplumsal hayatı, iktisadı yahut siyaseti yok saydı. Günümüz edebiyatı ya biri ya da diğeriyle yürüyordu, bir ayağı hep aksıyordu. Denge Uzmanı Orhan Duru ustadan el alacak olursak eğer, Erdem’in iyi denge sağladığını kabul etmemiz gerekir.

Bu ilkbahar bu yaz yine de iyi haberler alırız diyeceğim ama Ayvacık’tan al, Nusaybin’e kadar memleketimiz yanıp duruyor. Dünyamız biraz soluklanır, dinlenir, türümüzü kambur sırtından silkelemek zorunda kalmaz biz de biraz rahatlarız diyeceğim, gelişmeler buna da çok olanak tanımıyor. Böylesi zamanlarda okumak çok ferahlatıcı bir eylem oluyor. Tery Eaglaton’ın ‘İyimser Olmayan Umut’una bakılabilir örneğin. Bütün bu öyküleri, romanları, risaleleri o zaman bir başka ağız tadıyla okuruz, bakışımız yeni katmanlar edinir, fena da olmaz.


1. Kâmil Erdem, O Sonbahar, O Kış, İstanbul: Sel Yayıncılık, Mayıs 2024, s. 93.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir